FELSEFE   PLATFORMU

 

Mesaj Panosu        nicinfelsefe@hotmail.com    

 

Y a z ı    L i s t e s i

 

 

Antik Yunan Uydurmacası

Lise öğrencisi olduğum yıllarda aklıma hep bir soru takılırdı:Neden felsefe “Antik Yunanistan”da başlatılır ve ilk filozof olarak Thales kabul edilir? Bu çocuksu duyarlılık ve kuşkucu yaklaşım üniversite eğitimimde beni hep kuşkucu bir rasyonalist olmaya itmiştir. Thales benim için felsefe dünyasına girmenin ilk kapısı gibiydi. Ama onun bir öncesi olmalıydı. Yoksa Thales Newton’un kafasına elmanın düşmesiyle yerçekimi kanunu buldu yakıştırmasında olduğu gibi birdenbire mi felsefeye başladı. Thalesi ilk düşünür olarak onaylamak aynı zamanda bilginin doğasına da aykırıydı. Bir ölçüde “Modernizm” böyle bir kabulle kendisiyle çelişmekteydi. Çünkü Modernizm’in temel bilme yasası vahiye ( sezgiye ) dayalı-verili- bilginin reddi üzerine kuruluydu. Modern felsefenin, felsefeyi Helen’den başlatması ve evren üzerine düşünen “ilk filozof olarak Thalesi” görmesi bir bilinç çarpıtmasından başka ne olabilirdi? Onun için insan aklı temel orijindi. Oysa sergilediği tavıra baktığımızda eleştirdiği dogmatizmin en alasını yapmakta ve düşünsel sürekliliği ortadan kaldırmak için bilinçli bir çaba içerisine girmektedir. Bunu, Antik Yunanlı düşünürlerin, “biz kendi düşüncelerimizi oluştururken eski Doğu Medeniyetlerinden yararlandık” demelerine rağmen yapmakta. Eleştirdiği, bilgi Tanrısal bir söylemin yeryüzüne ulaşmasıdır anlayışıyla aynı noktaya gelmekte; insan aklının evren, doğa ve kendisi üzerine düşünmesinin ve bu konular üzerine düşünülmüş olanların bir sonucudur temel anlayışıyla da çelişmektedir.

Diyeceksiniz ki bu kadar keskin çıkışlarının bir hikmeti olmalı. Evet, doğru söylüyorsunuz. Bugünlerde deyim yerindeyse “ bir kitap okudum hayatım değişti.” Kafamın içerisinde varolan bilgi kırıntıları yavaş yavaş yerli yerine oturmaya başladı. Bu kitabın adı “ Kara Atena. “ Yazarı Martın Bernal. Bir ölçüde aklım kendi kehanetini doğruladı. Uygarlığın ve felsefenin başlangıcına ilişkin öğrendiklerimin batı etnosantirizmine dayalı bir kültür imalatı olduğunu anladım. Bu imalatın adı “Antik Yunan” ya da namı değer “ Ari Model.” Bu modelin imal gerekçelerine baktığımızda en temel gerekçe, “Doğu toplumları gelişme dinamiğine yapısal olarak sahip değillerdir, sosyokültürel ve ekonomik kuruluşları itibarıyla hep tıkanmışlardır.” Bu nedenle Doğulu toplumlar hiçbir zaman gelişmenin dinamiği olamazlar. “Oysa Avrupa toplumları insanlığın biricik gelişme kaynağı ve yatağıdır.” Bu sosyolojik mantık, emperyalist ve sömürgeci müdahaleleri haklı kılmakta,bir ölçüde Doğulu ve Asyalı toplumlara siz kendi öz dinamiklerinize ve tarihsel birikimlerinize dayanarak uygarlaşamaz ve kalkınamazsınız mesajını sunmaktadır. Gelin bu tarihsel paradigmanın temel varsayımlarını gözden geçirelim :

Avrupa merkezli tarih anlayışına göre,dünya tarihinde ortaya çıkmış bütün uygarlıklar kendilerine özgü bir yol izlemişlerdir. Batı uygarlığı ise insanlığın genel gelişim çizgisinden ayrılarak diğer uygarlıklardan ayrı bir yöntemle bugünkü noktaya ulaşmıştır. Bunu yaparken kendi geçmişindeki Sümer, Mezopotamya, Mısır ve İslam medeniyetlerinin etkisini de yok saymaktadır. Bu egosantrik paranoyadan başka bir şey olamaz. Bunun altında yatan toplumsal mesaj, gelin bizim izlediğimiz kalkınma modelini ve yöntemini izleyin yoksa içine daldığınız bu gerilikten kurtulamazsınız. Yani geriliğinizin sebebi tarihsel birikimleriniz. Çünkü Doğu toplumlarının temelinde ve geçmişinde dinamizm ve değişme değil tam aksine durağanlık ve gerilik yatmaktadır. Bu saptama, Doğulu toplumların bilinçaltına, Batılı toplumlar üstün ve ileri kültürü temsil etmekte siz ise geri ve aşağı kültürü yaklaşımını sokmakla birlikte Batı emperyalizmini ve sömürgeciliği bir evrensel meşruiyet kılıfına büründürmektedir. Oysa tarihin değişmez bir tunç yasası vardır. Buda bütün dünya toplumlarının ortak gelişme ve ilerleme yasalarına bağlı olduklarıdır. Başka bir deyişle hangi toplumun üretici güçleri daha gelişmiş ise o toplum tarih sahnesinde ileri fırlamış ve kendi toplumunu diğer toplumlardan daha ileri bir noktaya taşımıştır. Bugünkü batılı toplumlar, ileri ve geri kavramlarına, kendilerinin ulaştıkları gelişmişlik seviyesini ölçü alarak, değişmez ilahi bir anlam yüklemekte ve bu kavramaları sosyolojik anlamlarından da uzaklaştırmaktadırlar. Çünkü bunlar ileri ve geri kavramlarının yanyana hatta içiçe olduğunu görmemektedirler. Bu görmeme durumu aynı zamanda bilinçli bir seçimdir.

Batı uygarlığının kökeninin Antik Yunana dayandığını söylemek ise ikinci bir bilinç yanılması yaratmaktadır. Aslında bu yaklaşım batı toplumlarının temel ideolojik yapısıyla da örtüşmektedir. Bu tercihleriyle hem kökensizliklerini hem de sanal bir toplum olduklarını da kabul etmektedirler. Kendi soy ağaçlarını çıkarırlarken geçmişlerinde Fenikelileri , Mısırlıları ve Afrikalıları görmek onlar için bir utanç kaynağı olsa gerek ki 19. yüzyılın ortalarından itibaren( 1840-1850 ) Eski Çağ Modelini” red ederek eski Yunan Medeniyetinin temelindeki bu arkaik birikimi yok saymaya başlamışlardır. Bu seferde dayanacakları bir tarihsel model arayışı içerisine girmişlerdir. Oluşturacakları model her şeyden önce kendilerinin üstün ırk ve kültür ihtiyaçlarına yanıt vermeliydi. Bu toplumun değil, yeni bir toplumsal sınıf olan burjuvazinin ihtiyacıydı. Böylesine bir bakış açısı, ileride kendi toplumlarının alt katmanlarında bulunan insanların ( emekçilerin ) gelişmeye ve ilerlemeye hiçbir katkılarının olmadığını, gelişmenin ve ilerlemenin yaratıcı tek unsurunun sermaye sahibi kesimler olduğu anlayışını da kendisiyle beraber getirecektir. Burada tamamen ideolojik bir angajmanla karşı karşıyayız.

Batı merkezli tarih anlayışı daha çok yoksul dünya toplumlarını hedeflemekte; kendi insanlarının ise psikolojik ve toplumsal egolarını tatmin etmeye yönelmektedir. Oluşturulan bu sanal bilinç, propagandanın hedefi olan toplumların, en akademik ve işbirlikçi aydınlarının eliyle yapılmaktadır. Bu tip aydınların karakteristik özelliği “üstün kültür” olarak kabul ettikleri ideolojik yapıya eklenmektir. Bu eklenmenin yolu da Oryantalizmden geçmektedir. Oryantalizm kapitalist bir bakış açısıyla, doğulu toplumlara kültürel gerililiklerini ve yetersizliğini öğretmektedir. Ezilen dünyanın batıya bakışını ise kültürel hegemonya yoluyla düzeltmekte, bunu da tarihten sağladığı malzemelerle desteklemeye çalışmaktadır.

MESUT ERDEMİR /  07 Mart 2000 Salı
NOT:
MARTIN BERNAL-KARA ATENA, EZİLEN DÜNYANIN BİLİNCİNİ TEMSİL EDEN BİR KİTAP. ( KAYNAK YAYINLARI )

 


 

 Bir Kabus Ütopyasından Gerçeğe

F. Bacon'ın Yeni Atlantis adlı kitabında yönetici " Tanrı seni mutlu kılsın, ben sana elimdeki en büyük mücevheri vereceğim; çünkü sana, Süleyman Evi'nin doğru bir öyküsünü, Tanrı ve insanların iyiliği için anlatacağım... İşte çocuğum, Süleyman Evi'nin zenginlikleri bunlardır."(1) diyerek sözünü bitirir.

Atlantis, Tanrının kucağında bilinmeyen bir ülkedir. Filozofun yaşadığı dönem ( 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başları ) eskiye tapınmanın ( Antik Yunan ) yoğun olarak yaşandığı ve bilginin erk ( güç ) olarak kabul edildiği bir dönemdir.

Yeni Atlantis (kontrollü ve iyimser ) ütopyasında, bilginin insanın hizmetinde olduğu bir evren tasarımıyla karşılaşıyoruz. Aynı zamanda 16. ve 17. yüzyıl bir düşünsel kahramanlık çağıdır. Yeni bir yüzyılın(21.YY) başlangıcında ise bilim, insanı, doğayı ve evreni anlama ve yorumlama aşamasından, denetleme, etkileme ve değiştirme aşamasına geçmiş bulunuyor. Yani bilim sadece bilmek için değil aynı zamanda denetlemek içindir şiarı, günümüzün temel bilim felsefesi anlayışı olarak önümüze sürülmektedir." Amaç başka olunca araçlar da başka olur."

" Tarihin ve ideolojilerin sonu geldi." çığlıkları atan "Batı" kaynaklı kafalar, tarihi, efendilerinin istediği gibi noktalamanın ve "modern kapitalizm"in donanımlarını daha da saldırgan, yıkıcı hale getirmenin hesaplarını yapmakla meşguldürler. Nasıl? Bilimin sınırlarını genişleterek. Bir şeyin sınırlarını genişletmek birçok insana iyimser ( optimal ) bir davranış olarak görülebilir. Oysa toplumların tarihsel deneyimleri, bugünkü toplumları-hele ezilen milletleri- uyarmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde bilimin üretilme ve kullanılma mantığına baktığımızda insanın biyolojik ve düşünsel varlığına saldırının üç boyutlu gerçekleştiğini görüyoruz: 1-Düşüncenin baskı altına alınması, 2-Düşüncenin yönlendirilmesi, 3-Düşüncenin denetimi.

"Modern" kapitalizm birinci ve ikinci maddeleri, yarattığı toplumsal kurumlarıyla ( hastaneleri, okulları vd. ) ve teknolojik araçlarıyla ( iletişim araçları, kitle imha silahları vd.) önemli oranda gerçekleştirdi. Üçüncü madde ise yaşanan bu iki merhaleden daha farklı bir boyut ve içerik taşımaktadır. Artık, insan düşüncesinin etkilenmesi değil, bizzat yaratılması ( oluşturulması ) amaçlanmaktadır. G.Galilei'nin 1590'larda Pisa kulesinden bir top güllesi ve bir misket bırakarak yaptığı düşünülen ünlü serbest düşünce deneyinin üzerinden uzun bir zaman geçti .Artık cisimlerin bilimin objesi olma dönemi hızla kapanmış , bizzat insan, bedeni ve ruhuyla bilimin fütursuz müdahale alanı içerisine girmiştir.

Fen bilimlerinin doğayı, katı kurallarla sınırlama ve açıklama alışkanlığı, insani bilimlerinde "bilimsel" uslamlama yöntemi haline dönüşmüştür. "Karmaşık doğa olaylarını ve sorunlarımızı dikkatle tanımlayıp", toplumsal ve ruhsal olgularımızı yalıtıp, davranışlarımızın sınırlarını çizerek, artık kendimizi, dışımızdaki insanları ve kültürleri matematiksel bir kesinlikle yargılayabiliriz.

Düşünce deneyleri, insana sınırları çizilmiş, değişmez sonuçları dayatmadığı halde (düşünce deneylerinde aynı deneyi dinleyen iki kişinin tümüyle zıt görüşleri dile getirmeleri olanaklıdır)(2) çağımızda insanın kendini , doğal ve toplumsal olguları nasıl algılaması gerektiğini, kitle iletişim araçları ve siyaset mekanizması belirlemektedir. Bilincini yitirmiş kemancı(3) örneğinde olduğu gibi, kendimizi bu "tartışılmaz doğrulara" teslim etmekten başka bir çaremiz kalmamaktadır. Emperyalizm çağında, kapitalizmin sınır tanımayan kar anlayışı, bir yandan bilimi metalaştırırken diğer yandan insanın doğal yapısını kendi eliyle tahrip edip bir lokman hekim rolüne bürünmektedir. Bio-teknoloji alanındaki gelişmeler bu yaklaşımımızı doğrulamaktadır. "Bilimle bilimkurgu arasındaki sınırlar önümüzdeki bin yılın başlarında daha da belirsizleşecek gibi.

Bilgisayar teknolojisindeki dehşet verici gelişmelerin, önümüzdeki yıllarda makineleri insan beynine üstün kılacağını, uzmanlar belirtiyor. Artık yapay zeka değil, süper bilgisayarlarla donatılmış makinelerin "yapay bilinci", bilimin hedefi.....Ray Kurzweil'e göre, önümüzdeki 20 yıl içinde insan zekasının yazılımı hazırlanacak. 2019 yılında 1000 dolarlık sıradan bir masa üstü bilgisayar, insan beyninin işlem kapasitesine , yani saniyede 20 katrilyon işlem yapma yeteneğine erişecek."(4) Hatta yirmi birinci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru, 1000 dolarlık bir bilgisayarın hesaplama gücü, dünyada yaşayan bütün insanların beyin gücüne denk olacak.

Bu aşamada kritik bir ikilem ortaya çıkmaktadır: İnsan kendi tezini mi devam ettirecek, yoksa anti-tezini üreterek kendi soyunun köleleşmesini sağlayan "yeni" bir senteze mi ulaşacak? Bio-teknoloji alanında görülen son gelişmeler, bu konudaki karamsar ütopyaları destekler konumdadır. Kurzweil, beynin bir fonksiyonu olan zekanın, beyin üzerinde yapılacak bir tarama yöntemiyle kopyalanıp bir bedene büründürülebileceğini öne sürmektedir. Gelişmenin bu aşamasında yanıtlanması gereken bazı sorular ortaya çıkmaktadır. Zeki robotların giderek insanlaşması olanaklı mıdır? ( Bu sorunun yanıtı biraz da insanın ne kadar makineleştiğiyle ilişkilidir.) Holland'a göre, insanın yaptığı makineler " sağır, dilsiz ve kör bir insana benzeyen aygıtlardır."(5) Bu nedenle aygıtların, modern bir bio-psiko-sosyal içerik kazanabilmeleri mümkün değildir. Kurzweil ise bu soruya daha temkinli bir yanıt vermektedir. Ona göre ,aygıt yaratan insan, yarattığı robotları ve nanobotları ne kadar geliştirirse bu makinelerin kendi kuşaklarını yaratma olanakları da o kadar artacaktır. Bu robotlar ve nanobotlar sürüsü insan bilincinin işlevlerine sahip olabilecekler mi? Bunların bir aile yaşamları olacak mı? Anne, baba kavramlarını bilecekler mi? Yoksa tek kişilik yeni bir aile modeli mi geliştirecekler? Bizlerin yaşamış oldukları korkuları, sevinçleri,acıları, umutları veya hayalleri yaşayabilecekler mi? Bu soruların yanıtlarını şimdiden verebilmek çok zor . Fakat tekelci kapitalizmin yarattığı, sırf tüketime dayalı toplum modelinin, sorgulanma ve değiştirilme süreci hızlandıkça ve toplumların kendi tarihsel doğalarına uygun yaşama arzuları eyleme dönüştükçe, makinelerin "egemenliğ"indeki bu toplum modelinin gerçekleşme olasılığı azalmaktadır. Zira kapitalizmin insanlığa sunacağı idolleri ve hedefleri kalmamıştır. Yani ateş bacayı sarmış ve korku diz boyu haline gelmiştir.

Bugün ABD'de ve Avrupa ülkelerinde denetimci ve müdahaleci psikoloji alanında araştırmaların yoğunlaşması bunun bir kanıtıdır. Hatta bu alandaki gelişmeler uygulama aşamasına sıçramıştır. NATO' nun son Yugoslavya operasyonu bunu tipik bir örneğidir. Bu operasyon bölgesinde (Kosova) NATO, bir elektronik ağ oluşturdu. Görünen amaç, Yugoslavya ordusunun iletişimini kesmek, asıl amaç ise "elektro manyetik silahları" denemekti ve denendi. Bir süre sonra ise bölge insanında baş ağrıları, kusma ve sinirsel bozukluklar görülmeye başlandı. Savunma hazırdı, bizler bu silahları insan öldürmemek için kullanıyoruz.

Gelelim yazımızın asıl konusuna. Düşünce ve kişilik kontrolü alanındaki çalışmalar 1940 yıllarda başladı. Burada asıl amaç "insan davranışının ve kimyasının analiz edilmesiydi." Bu alanda yapılan çalışmalar bir liste halinde sunulabilir.

*İkinci dünya savaşında nazilerin canlı insan deneklerinden sağlamış oldukları gazların kişiliğe ve davranışlara etkisine ait tüm bilgiler, bu dönemde ABD'nin bilim kanallarına aktarılmıştır. (1945-50)

*Nazilerin uyuşturucunun insan davranışları üzerindeki etkilerine yönelik çalışmaları ABD tarafından kullanılmış ve yeni bir uyuşturucu (LSD) üretilerek ,ABD'nin isyancı gençliği üzerinde denenmiştir.(1960)

*Radyasyonun insan davranışları üzerindeki etkileri ABD'nin bazı hapishanelerinde mahkumlar üzerinde test edilmiştir.(1950)

*Son elli yıl içerisinde mikrodalga silahların çeşitli savaşlarda ve toplumsal başkaldırıların bastırılmasında kullanılması bir gerçektir.

Bugün "modernlik" adına yapılan bilimsel çalışmalar, insanın bağımsız ve bilinçli bir varlık olma amacını yok etmeye yöneliktir. Yapılan deneysel çalışmalar da seçilmiş bazı duygu ve düşüncelerin insan beynine aktarılabileceğini göstermektedir. Burada temel hedef insansız makinelerle insanları yönetmektir.

Teknolojik atılım, iyiye yönelik bir değişimi ifade etmekle beraber, toplumsal alanda bazı radikal değişimleri de beraberinde getirmektedir. Enformasyon toplumu, bilgi toplumu gibi iyimserlik kokan kavramlar aynı zamanda emperyalizm çağının gözetim toplumunu yaratan kavramlar haline gelmektedir. Orwell ve Foucault gibi karamsar ütopyacıların disipliner toplumları yani gözetim toplumları, iletişim çağının teknolojik olanaklarıyla sağlanabilir. Bu aynı zamanda "psiko-modern toplumun" yakın bir zamandaki gerçekleşebilir bir öngörüsüdür. Psiko-patolojik bulgular gelecekte kapitalizmin insana sanal bir özgürlük ve robot bir toplum sunduğunu göstermektedir. Bu yazıda anlatılanlar bir bilimkurgu filminden alınmış enstantaneler değil, gerçektir.        

MESUT ERDEMİR
KAYNAKLAR
1-BACON F. Yeni Atlantis
2-KURTULUŞ Ö. Düşünce Deneyleri-Bilim ve Teknik-sayı:379-sayfa:52
3-GÜRDİLEK R. Biyonik Geleceğimiz-Bilim ve Teknik-sayı:383-sayfa:57
4-GÜRDİLEK R. Biyonik Geleceğimiz-Bilim ve Teknik-sayı:383-sayfa:50
5-GÜRDİLEK R. Biyonik Geleceğimiz-Bilim ve Teknik-sayı:383-sayfa:52

 


 

Filozofların Ölümü

Epikurosçulara göre  ölüm bizim için hiçbir şeydir - bu görüşe rağmen çalışmanın bütünlüğü açısından aşağıdaki tuhaf felsefi ölüm listesini veriyoruz.

EMPEDOKLES: Empedokles'in ölümü hakkında iki görüş vardır.  Birine göre kırık bir bacak nedeniyle öldü, diğerine göre bir tanrı olduğunu   kanıtlamak için Etna yanardağının kraterine atladı. Bunun nasıl  bir kanıt oluşturacağı ise kayıtlı değil.

HERAKLEİTOS: İnsanlardan nefret ettiği için dağ başına kaçtı ve burada  ot ve sebzeyle beslenmekten vücudu su topladı. Doktorlar bu  durumun tedavi edilemez olduğunu söyleyince kendi tedavisini kendisi yapmya  kalkışıp bütün  vücudunu baştan aşağı gübreyle kapladı ve açık havaya çıktı (belki de kimsenin  onu evine alamayacağı için). Tarihçi Diogenes Laertius'a göre,  "üzerindeki   gübreyi temizleyemedi ve böyle tanınmaz halde köpekler tarafından parçalandı".  Köpekler tanısaydı belki de yapmazlardı.

Bir Atina hapishanesinde baldıran zehirinden ölen  SOKRATES'ten bahsetmeye gerek yok çünkü herkes bilir bunu, ama eğer biri size  bundan  bahsedecek kadar talihsizseniz o zaman Plato'nun Paedon adlı yapıtında  tanımladığı Sokrates'in ölümü ile baldıranın bilinen etkileri arasında bariz  bir tutarsızlık kaydettiğinizi söyleyin: yani biri yalan söylüyor.

 PYTHAGORAS: Kendi aşırı vejeteryanizminin kurbanıydı. Tatminsiz bir kaç  müşterisinin kovalamasıyla bir fasulye tarlasına geldi, fasulyeleri ezip kaçacak yerde, durduğu noktada kaldı ve öldürüldü.

STOACI CRİNİS: (Stoacılık, dünya olaylarına karşı kayıtsızlık ve ağırbaşlılık sergilemesiyle belirlenir) bir farenin çığlığından korkarak öldü. Stoacı felsefe bunun üzerine hiç gitmedi.

Diğer yandan STOACI CHRYSİPPUS kendi korkunç şakalarından  birine gülerken öldü. Hikayeye göre yaşlı bir kadının eşeği filozofun elbiselerini  yemiş, filozof da kadına şarap verip, "Bari bir yudum şarap ver de elbiseleri  yıkasın," demiş. Chrysippus bunu anlatmış, sonra gülmekten katılıp yere  düşmüş. Sonra ölmüş. Böyle bir mizah duygusu karşısında 700  kitabından  hiçbirinin kalmamış olmasının iyi bir şey olduğunu düşünmek  affedilir bir suç  sayılır.

DİOGENES:Üç yoldan biriyle ölmüş olması gerekir.
1.) Nefes almaya tenezzül etmeyerek. 2.) Çiğ ahtapot yemekten ciddi hazımsızlık. 3.) Köpekleri arasında çiğ ahtapot bölüştürürken ayağından   ısırılmaktan.

Antik dönemden sonra felsefi ölümlerin kalitesi önemli oranda düşüyor. Ama AQUINAS'ın, kendinden önce Epicurus'un da öldüğü gibi, lavaboda öldüğünü  söylemek belki iyi olur.

 FRANCIS BACON: Bir tavuğu karda dondurmaya çalışırken  yakalandığı zatürreden öldü. Belki de şimdiye kadar, yiyip ölmek   karşısında, uygun yiyecek ararken ölen tek adam.

Ve son olarak sabahları çok erken kalkmaktan ölen RENE DESCARTES'ın talihsizliği. İsveç kraliçesi Christina'nın sarayına davet alınma şerefine erişti, kraliçenin günlük eğitim istediğini dehşetle öğrendi,   ancak kraliçenin tek boş vakti sabah 5'ti... Zorlanmak öldürdü onu.

Blöfçünün Rehberi: Felsefe, Jim Hankinson (Teksas Üniversitesi Felsefe Profesörü)